Sosyal Medya

Makale

Müslümanlar, Devlet ve Yönetim veya “Müslümanların Devleti” (1)

Herhangi bir devlet yönetim modelinin evrensel veya en azından adil olduğunun iddia edilebilmesi için; iktidarın barış içinde belirlenip değiştirilebilmesi ayrıca, iktidar süresinin de adil ve toplumsal bir kabulle oluşturulması gerekir.

Müslüman toplumlar, on beÅŸ asırlık dönemde dünya çapında birçok bilim, ÅŸair, edebiyatçı, filozof, devlet, sanat ve siyaset insanı yetiÅŸtirmiÅŸ, birçok devlet ve medeniyetler inÅŸa etmiÅŸ olmasına raÄŸmen bu baÅŸarısını, evrensel nitelikte bir “Yönetim Modeli” geliÅŸtirme konusunda gösterememiÅŸtir.

Özellikle de devleti yönetecek erkin belirlenmesindeki usul ve esaslar, devleti oluşturan diğer tüm unsurların düzenleyici ve belirleyicisi olmuş, hatta meşruiyetini bile bu usul ve esaslar belirlemiştir.

Bazı sıkıntılar yaÅŸanmış olmasına raÄŸmen, dönemi için en uygun denilebilecek farklı yöntemler ile ilk halifelerin belirlendiÄŸi yöntemler hariç, Sünni müslüman dünya saltanat, Åžii müslüman dünya ise imamet dışında her hangi bir “Yönetim Modeli” geliÅŸtirememiÅŸtir.

Ä°lk halifelerin belirlenmesinde geliÅŸtirilen yöntemleri, daha sonra oluÅŸan yeni ihtiyaçlar çerçevesinde yeniden düzenleyerek geliÅŸtirilebilme imkânı oluÅŸmasına raÄŸmen, bunu baÅŸarmak mümkün olamamıştır. Sonuç itibari ile müslüman dünyanın gelmiÅŸ olduÄŸu nokta maalesef, üstat Malik bin Nebi’nin dediÄŸi gibi olmuÅŸtur:

“Medeniyetler, kendini doÄŸuran ana fikirlere ihanetlerinden dolayı yıkılırlar. Tarihteki tüm bozgunlarda, ihanete uÄŸrayan fikirlerin intikamını görürsünüz. Bu bozgunlar ilk ve temel modeline uymayan fikirlerin, orijinalinden uzaklaşıp ona ihanet etmiÅŸ fikirlerin doÄŸrudan doÄŸruya yol açtıkları sonuçlardır.”

Kim bilir belki de, ilk halifelerin belirlenmesinde tutulan yol ve o yolu gösteren ilkelere sadık kalınarak bahse konu bu ana fikirler devam ettirilebilmiş olunsaydı, belki de bugün dünyaya en adil, en katılımcı ve en insani bir yönetim veya siyaset modellerinden birini kazandırmış olabilirdik.

Batı dünyası, son zamanlarda değer ve düşünce üretme anlamında bir gerileme içine girmiş olmasına rağmen; son 200 yıldan fazladır müslüman dünyanın batı karşısında yaşadığı mağlubiyetler, özellikle değer ve düşünce üretme alanında büyük krizlerin yaşanmasına yol açmıştır. Bu durum, özelliklede müslüman dünyanın içe kapanmasına, daha da kötüsü farklı düşünce, görüş ve yaklaşımları kendine birer tehdit olarak görmeye başlamasına neden olmuştur.

Son 200 yıldır bilim, sanat, felsefe, siyaset, hukuk, ekonomi alanında değer ve düşünce üretemeyen müslüman dünya, batıda üretilen tüm bu ürün ve kavramların sadık birer tüketicisi olmuş ve bunun sonuncunda da batı dünyasının bağımlısı haline gelmiştir. Etkin bir düşünce ve değer üretemediğinden herhangi bir alternatif de geliştiremeyen müslüman dünyanın en büyük felaketi ise içine düştüğü bu teslimiyet ve bağımlılık olmuştur.

Batı; kendi refahı için iyi olduğuna inandığı barış, özgürlük, insan hakları, kalkınma, halkın iradesi ve benzeri birçok şeyi, diğer toplumlar için asla istememiştir. Hatta batı, kendisi için iyi gördüklerinin; kendine bağımlı hale getirdiği toplumlar tarafından talep edilmesine ise iç savaş veya darbeleri destekleyerek karşılık vermiştir.

Batı başkentlerinde suç sayılan herhangi bir davranış veya bir eylem; devlet geleneği, kadim medeniyet köklerine sahip ve sömürge olmayan bizim gibi toplumlarda insan hakkı olarak görülmüş, sömürgeleştirilmiş toplumlarda ise tamamen görmezden gelinmiştir.

Batının egemen olduğu bu dünyada, insanlık adına önemli değerler olarak tanımlanan demokrasi, insan hakları, özgürlük, barış, adalet, eşitlik, kalkınma ve benzeri söylemlere rağmen, savaş ve yoksullukların bitmemesinin en temel nedeni, batının bu değerleri sadece kendileri için istiyor olmasıdır.

Bugünkü dünyanın zengin ve egemen güçlerinin istemesi halinde, dünyadaki tüm savaşların ve yoksullukların çok kısa bir sürede bitmesi pekâlâ mümkün gözükmektedir.

Tüm bu olumsuzlukların sona ermesi de ancak, egemen güçlerin kendileri için istediklerini başkaları için de istemeleri durumunda mümkün olacaktır. Barış, refah, adalet ve güvenliğin tüm dünyada egemen olmasının yolu, kendimiz için istemiş olduğumuzu başkası içinde istemekten geçtiği halde onlar bunu istememektedirler. O halde bunu başkalarından beklemek yerine kendimizin oluşturması gerektiğini anlamak zorundayız.

Günümüz sosyal, siyasi ve ekonomik sorunlarına geçmiÅŸten hazır ekonomik ve siyasi çözümler bulabileceÄŸimiz hayallerinden vazgeçip, Allah’ın; eÅŸitlik ve adalet temelinde yeryüzünü inÅŸa etmek için yarattığı insanoÄŸlunun müslüman bireyleri olarak bizlerin, insanlığın aklı ve vicdanını tatmin edecek alternatif sosyal, siyasal ve ekonomik modelleri üretmek zorundayız.

DeÄŸerli aÄŸabeyim Hikmet Zeyveli bir makalesinde; “Kur’ân-i Kerim, tüm insanlık için ‘kıyamete kadar geçerli bir rehber’ olmanın yanında ‘bir kere’ ve ‘bütün zamanlarda’ geçerli ilâhi bir hidayet kaynağıdır” ÅŸeklinde bir ifade kullanır. Bu ifadesi bana ÅŸunu hatırlatır: Kur’an, birçok konuda olduÄŸu gibi gerek ekonomi ve gerekse siyaset alanında belli bir model önermez. Kur’an bunu; toplumların coÄŸrafi, sosyal ve kültürel yapısını dikkate alarak, Ä°lahi vahiyle ahlaklanmış olan müslüman bireylerin akıl ve tecrübesine bırakır.

Ekonomiye iliÅŸkin olarak örneÄŸin; servet veya zenginlik üzerinden her çeÅŸit tekelleÅŸmeyi ve sömürüyü yasaklayan Kur’an, belli bir ekonomik model önermek yerine; “… (Servet/zenginlik) sadece zenginler arasında dönüp dolaÅŸan bir güç olmasın…” (59/7), “… Allah alışveriÅŸi helâl, faizi haram kılmıştır…” (2/275).  ayetlerinde olduÄŸu gibi genel prensipleri ve temel ahlaki ilkeleri belirler. Bu temel ilke ve prensiplerin arasında kalanları ise bizim doldurmamızı ister.

Yine Malik bin Nebi’den dinleyelim: “Ekonominin ahlaki çerçevesini ulema çizer, içini ise iktisatçılar doldurur.”

Müfessir NiÅŸabûri; Ä°slam öncesi Arap toplumunda yer alan ve müşriklerin; haram aylar, eÅŸkıyalık ve benzeri suçların ölümle cezalandırılması gibi adetlerinin, hatta ibadet biçimlerinin, örneÄŸin cenaze namazı, gusül abdesti, hac ve umre ÅŸeklindeki birçok hususun, Kur’an’da da yer almış olduÄŸundan bahseder. Yani anlaşılan o ki; bu ve benzeri adet ve ibadetler, içine yer etmiÅŸ ÅŸirk unsurlarından temizlenerek orijinaline yani doÄŸru olanına yani Ä°brahim’i biçimine dönüştürülmüştü.

Buradan hareketle; bizim kadar veya bizim gibi Allah’ın kulları olan diÄŸer insanlar tarafından geliÅŸtirilmiÅŸ bazı sosyal, siyasal, ekonomik ve benzeri sistemlerden istifade ederek, insanlığın fıtrat, vicdan ve karakterine uygun, müslüman dünyaya hatta insanlığa sunabileceÄŸimiz sosyal, siyasi ve ekonomik modelleri adalet, özgürlük ve barışa hizmet edecek ÅŸekilde yeniden üretmek yani doÄŸru olanına dönüştürmek zorundayız. Aksi takdirde baÅŸka toplumların inisiyatifinde yaÅŸamaya devam edeceÄŸiz.

Ä°lk halifelerin belirlenmesinde geliÅŸtirilen yol ve yöntemlerin; gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber(s)’in uygulaması olan “Medine sözleÅŸmesi” gibi iki orijinalden hiç de uzak olmayan, ilk ve temel modellerine uygun çözümler o gün için üretilebilmiÅŸse, bugün de bunu samimi bir çaba ile baÅŸarmamız pekâlâ mümkündür.

Aşağıda çok genel çerçeve ve esaslarını vermeye çalışacağım bir devlet yönetim biçimi veya anlayışı, müslüman coğrafyalara hitap edebilen bir karakter ve içeriğe ne kadar sahip olabilir? Bu coğrafyalarda yaşanan inançların, geliştirilen siyasi ve ekonomik tekliflerle çakışması ve uyumu ne kadar mümkün olabilir?

Herkesin malumu olduÄŸu üzere, belirli bir devlet yönetimi veya belirli bir ekonomik modeli açıkça tarif eden veya belirleyen herhangi bir ayet veya hadisten bahsetmek mümkün deÄŸildir. Yukarda ifade ettiÄŸimiz gibi Kur’an; “Bunu, toplumların coÄŸrafi, sosyal ve kültürel yapısını dikkate alarak, Ä°lahi vahiyle ahlaklanmış olan müslüman bireylerin akıl ve tecrübesine bırakır” demiÅŸtik. Öyleyse ÅŸimdi gelin bu konuyu bu eksende tartışmaya devam edelim.

Günümüzde “Temel Hak ve Özgürlükler” olarak tanımlanan; düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü, mal edinme hakkı, teÅŸebbüs hürriyeti, eÄŸitim hakkı, can ve mal güvenliÄŸi gibi hususlar, çaÄŸdaÅŸ devlet anlayışının temelini oluÅŸturur. Müslüman âlimler de, Ä°slam’ın temel hedefini; dinin, malın, canın, aklın ve neslin korunması ÅŸeklinde 5 temel üzerinden ifade ederler.

Evrensel hukukun temel esasları olarak bilinen veya tanımlanan prensipler, bir toplumun huzur ve refah içinde yaşaması için olmazsa olmaz değerler olarak karşımıza çıkarlar. Tüm bu esaslara veya değerlere kaynaklık eden unsurların temelinde ise insanoğlunun yeryüzü serüveni boyunca edindiği tecrübesi ve aklının yanı sıra, dini metinlerin de katkısının çok büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Herhangi bir devletin “Hukuk Devleti” niteliÄŸine sahip olduÄŸunun iddia edilebilmesi için o devletin mutlaka, Ä°nsan-insan, insan-devlet veya insan-toplum iliÅŸkilerini düzenleyen normlarının temelini bu esaslar belirlemelidir.

Tüm bunların yanı sıra; iktidarların, özgür ve ÅŸeffaf bir ortamda yapılan seçimlerle deÄŸiÅŸebildiÄŸi, adaletin tavizsiz yerine getirildiÄŸi, insan (kul) haklarının korunup gözetildiÄŸi, eÄŸitim ve saÄŸlığın herkes için ulaşılabilir olduÄŸu ve aynı zamanda, herkesin kendini güvende hissettiÄŸi, tüm devlet kademelerindeki görevlendirmelerde ehliyet ve liyakatin esas alındığı bir devlet, “müslümanların devleti” dir diyebiliriz.

Hatta bu devlet; tüm etnik, dini, mezhebi, felsefi veya ideolojik aidiyete sahip herkesin devleti olması dışında, tüm bu kesimlerin sahip çıktığı veya çıkmak zorunda olduÄŸu ortak bir deÄŸeri haline gelmiÅŸ olur. Belki de bu kadar farklı etnik, dini, mezhebi veya felsefi aidiyete sahip insanların ortak herhangi bir deÄŸerleri olabilir mi? Sorusunun cevabı  “devlet” dir demek mümkün müdür? Åžimdi de gelin bu soruya cevap arayalım.

Yeryüzünün bir sakini olarak yaratılan ve onu eÅŸitlik, barış ve adalet temelinde inÅŸa etmek ve Allah’a kulluk dışında, tüm kulluk ve bağımlılıkları reddetmesi istenen insanoÄŸlu; hayatı boyunca görevlendirilmiÅŸ olduÄŸu bu inÅŸa faaliyetinin baÅŸarısı için öncelikle kendini inÅŸa etmeli ve edindiÄŸi bu tecrübeyi de nesilden nesile aktarmalıdır.

Bunu başarabilmesi için de aslında; insana her şey öğretilmiş ve o bu öğretilenleri her unuttuğunda da, tarihin farklı dönemlerinde bu hususlar kendine yeniden hatırlatılmıştır (2/31, 213).

Åžimdi gelin, ilk elçi Hz. Âdem’den son elçi Hz. Muhammed (s) aracılığıyla insana hatırlatılan ÅŸeylerin neler olduÄŸuna, kendisinden nelerin istendiÄŸine bir göz atalım.

İnsana; nereden ve nasıl yaratıldığı, kalemle yazmayı ve bilmediklerini kimin öğrettiği hatırlatılarak, eninde sonunda Rabbine döneceği ve bu nedenle, kendini yeterli görerek fütursuzca azmaması ve tüm bunları kendisini yaratan Rabbinin adına tekrar okuyup diğer insanlara duyurması istenir (96/1-8).

Gerçek erdem sahiplerinin Allah’a, hesap gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; sevdiÄŸi malından; akrabaya, yetimlere, yoksullara, yardım için el açanlara ve esirleri kurtarmak için harcayan; namazı kılan, zekâtı veren, sözünde duran, sıkıntı, hastalık ve savaÅŸ gibi zor zamanlarda sabır gösterenler olduÄŸunu ifade ederek, iman ve iyilik davasında samimi olanların bunlar olduÄŸu hatırlatılır (2/177).

Kâinatta bir ölçünün tesis edildiğini ve bu ölçünün veya dengenin bozulmaması için adaletten şaşılmaması gerektiği, hoşgörülü ve kolaylaştırıcı olunması, iyi ve güzel olanın tavsiye edilmesi, kaba ve küstahlara aldırış edilmemesi söylenir (55/7, 8, 9; 7/199).

Kurtuluşun, iman edip doğru işler yapmak, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle olacağı, daima vakarlı ve alçakgönüllü olmayı, dar kafalı ve kötü niyetli insanlara aldırış etmemeyi, israf, cimrilik ve yalana şahitlik yapmamayı, zâni olmamasını emreder (103/2, 3; 25/63-72).

Birbirinin mallarını haksız şekilde yememeyi ve bunun için hukukî hilelere başvurmamayı, emaneti ehline vermeyi, adaletle hükmetmenin gereğini ve önemini hatırlatır (2/188; 4/58).

Bütün ortak meselelerini istişare ile karara bağlamalarını, aklı kullanmayı ve aklını kullanmayanların kendilerini kötülüklerden kurtaramayacağını söyler (42/38; 10/100).

İyiliğin hâkim, kötülüğün mahkûm olması için mücadele etmeyi ve bu yönde karşılaşılacak olan sıkıntı ve zorluklara sabretmek gerektiğini çünkü bunların, uğrunda bedel ödemeye değer işler olduğu çokça vurgulanır (31/17).

Anaya-babaya iyilikle davranmayı, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa saçıp savurmadan harcamanın erdeminden bahseder. Bir saldırı ile karşılaştıklarında tek yürek halinde kenetlenerek karşılık verip birlik olmayı öğütler (61/4).

Dokunulmaz kılınan cana kıyılmamasını, geçim korkusuyla çocukların öldürülmemesini, , yetim malına el uzatılmamasını, ahde vefa gösterilmesini ister. Ölçüde tartıda dürüst olunmasını, ilmi olmayan yola girilmemesini ve tahkikinin yapılmasını, kötü olan her şeyden sakınılmasını ister (17/22-38).

Adaletli olmanın, iyilik yapmanın, cömert davranmanın yüceliÄŸi hatırlatılarak, utanç verici ve arsızca,  akla ve saÄŸduyuya aykırı olan her ÅŸeyden ve taÅŸkınlıktan uzak durmanın gereÄŸini anlatır (16/90).

Yukarıda sadece bir kısmını ifade etmiş olduğumuz; iman ve ahlak temelli bu ilkelerin geliştirdiği bir felsefi anlayışın oluşturacağı toplumsal sözleşmeye (devlet), tüm farklı, etnik, dini, mezhebi aidiyete sahip olan herkes katılmak ister.

Bugün dünya üzerinde olan birçok batılı ve bazı doğulu devletlerin yönetim felsefesinin-kendi insanlarına davranış ve yönetim biçimleri açısından-oluşturdukları yapı ve yönetimlerinin bu felsefeye daha yakın hatta en yakın olduğuna inanıyorum.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.